Written by 00:55 Eleştiri

Veblen’in Marx ve Sosyalizm Üzerine Metinlerinin Eleştirisi

Oktay Özden yazdı…

Bu makalede Heretik Yayınevi’nden çıkan Thorstein B. Veblen’in “Karl Marx’ın Sosyalist İktisadı ve Sosyalizm Üzerine Metinler[1]” kitabının ilk üç ana makalesi sırasıyla ele alınmaktadır. Veblen; kitaptaki ilk makalesi olan “Sosyalizm Teorisinde İhmal Edilen Bazı Hususlar”da, Marksist teorideki sınıfsal yaklaşımın, bireyin kendisini ve onun doğasını ihmal ettiğini öne sürer. İkinci makale “Karl Marx’ın Sosyalist İktisadı ve Takipçileri I: Karl Marx’ın Teorileri”nde Marksist emek-değer kuramını, sermaye birikiminden krizi ortaya çıkaran süreçlere kadar anlatır. Üçüncü makale “Karl Marx’ın Sosyalist İktisadı ve Takipçileri II: Sonraki Marksizm”de ise Darwinci tasarıyı açıklamaktadır. Bunu yaparken Alman sosyal demokrasisini, sendikal faaliyetlerin sosyalist düşünceye sirayetini ve Darwinci tasarının burada neye tekabül ettiğini açıklamaktadır.

1. Sosyalizm Teorisinde İhmal Edilen Bazı Hususlar

Veblen, makaleye Spencer’ın işaret ettiği dönemin kamulaştırma ve devletin piyasa içerisinde genişleme eğilimini vurgulayarak giriş yapar. Bu eğilimin temel güdüsünün aynı zamanda endüstriyel bir gereklilik olduğunu ve diğer bir güdü tarafından beslendiğini vurgular. Bu diğer güdü, halktan gelen bir talep olarak halkın genel hoşnutsuzluğunun bir ifade biçimidir. Adalet ve eşitlik duygusu mevcut koşullar içerisinde vuku bulan hoşnutsuzluğun sonucudur. Veblen’e göre, insanın başkalarının gözündeki itibarına verdiği önem, bu hoşnutsuzluğu beslemektedir. Bugünün toplumunda başkasının gözünde onanmanın en temel ve kolay yolu endüstriyel-iktisadi üstünlük kazanmaktır (Veblen, s. 40-41). Kişisel değerlerin (dürüstlük, doğruluk vb. ahlaki değerler) önemi yadsınamamakla birlikte, bunlar hiçbir zaman günümüzde kişinin maruz kaldığı geniş çevreye, iktisadi-endüstriyel başarı kadar nüfus edemez. Dolayısıyla toplum nezdinde onay kazanmanın asli yolu, iktisadi açıdan başarılı olmaktır. Veblen iktisadi öykünmenin gelişiminde ikinci bir aşamadan bahseder. Bu kişinin harcama yada borçlanma kapasitesiyle ilgilidir (s. 42). Kişi, kendisiyle benzer koşullarda olanların ortalama olarak ne kadar harcama yapabileceğini ve diğerlerinden daha fazla harcama gücüne sahip olmanın cazip olduğunun farkındadır. Veblen, yaşam standardı ile bağdaştırdığı bu davranışın, insan doğasının unsurlarından biri olduğunu iddia eder. Bu unsurun işleyişi, zorunlu harcamaların ötesinde arzu edilen ve belki de iyi bir yaşam düzeyi için zorunlu olduğu düşünülen refah araçlarının, içerdikleri faydadan bağımsız biçimde bir itibar sağlama vasıtasıyla değer kazandığını ortaya koyar. Veblen, iktisadi öykünmenin kökeninin modern toplumun gerisine uzandığını vurgulamakla beraber; modern toplumun iktisadi öykünmeyi fazlasıyla şiddetlendirdiğini dile getirmekten geri durmaz (s. 43).

Bu noktada Marx’ın meta fetişizmine değinmek ve Veblen’in hangi noktalarda Marx’ın saptamalarından farklılaştığını anlamak önemlidir.

Marx, kapitalizmin tarih sahnesine, emek gücünün piyasada meta olarak satılması ile çıktığını vurgular.

Marx, kapitalist üretim biçimini çözümlerken emek gücüne ayrı bir önem atfeder. Kişinin, üretim araçlarına sahip olduğu durumda kendisi veya ailesinin ihtiyacını karşılamak üzere kendi emek gücünü ve üretim araçlarını kullanarak ortaya çıkardığı şeylere “ürün” adı verilir. Kişi bu üretimi, kendisinin veya ailesinin ihtiyacını karşılamak yerine piyasada satış yapmak gayesiyle gerçekleştirirse ortaya çıkan şeylere “meta” adı verilir. Meta, satılmak üzere üretilen şeylerin tümüne verilen isimdir. Kişinin içinde bulunduğu toplumdaki iş bölümünün de etkisiyle, üretim gayesini, tamamıyla satış yapma odağına oturtan kişi, üretim sürecindeki öznelliğini kaybeder ve piyasanın güdümüne girmiş olur. Artık üretimin boyutu ve niteliği üzerinde hakimiyet kişiden piyasaya geçmiştir. Marx, kapitalizmin tarih sahnesine, emek gücünün piyasada meta olarak satılması ile çıktığını vurgular. İşte tam da bu noktada bir önceki durumda üretim araçlarına sahip olan kişinin emeğinin piyasa hakimiyeti altına girmesi bir sonraki aşamaya ererek; kendi emek gücü üzerindeki sınırlı hakimiyetini de kaybetmesi ve emek gücünü piyasada satışa çıkarır halde kendisini bulmasıyla tamamlanır. İşte bu noktada üretim araçlarından yoksun olan insan proleterleşmiştir. Artık, emek gücünü ücret karşılığında satarak temel ihtiyaçlarını giderir. Marx bu noktada, işçinin aldığı ücretin, yaşadığı toplumun koşulları içerisinde hayatını idame ettirmeye yetecek düzeyde olduğunu varsayar. Bunu biraz daha açarsak, işçinin içinde bulunduğu toplum, onun cebinde akıllı telefona, evinde LED televizyona veya başka bir metaya sahip olmasını gerektiriyorsa, aldığı ücret (çeşitli borçlanma kanallarının sağladığı kolaylıklar da düşünülerek) bunları karşılayabilecek düzeydedir. Yani kapitalist bir toplumda, piyasa, insanların hayatlarını sürdürebilmeleri için gerekli olan şeyleri onların dışında belirleyen bir mekanizmaya sahiptir. Dolayısıyla, piyasanın, insan hayatının içine soktuğu, dayattığı metaların, kişinin maddi imkanı sınırında ve sunulan çeşitliliğin boyutuyla orantılı olarak bir seçme veya öznel karar imkanı sağladığı söylenebilir.

Veblen, Marx’taki meta fetişizminden, yani piyasanın insan seçişlerini yönlendirmesinden, farklı olarak insanın doğasına özgü bir itibar, onanma güdüsü tanımlamıştır.

Veblen, Marx’taki meta fetişizminden, yani piyasanın insan seçişlerini yönlendirmesinden farklı olarak insanın doğasına özgü bir itibar, onanma güdüsü tanımlamıştır. Veblen’e göre insan, bu güdüden kaynaklanan bir gösteriş ihtirasına sahiptir. Marx’a göre bu güdüyü aslî olarak piyasa var eder (Veblen de bunu yanlışlamaz); dolayısıyla insanın tüm öznelliğini körelterek insanlar arasındaki ilişkilerin, bu güdüyle yapılan harcama ya da satın alınan, kullanılan ürün üzerinden belirlendiğini savunur.. Veblen’in yaklaşımını Marx’ınkinden ayıran temel nokta bireyin davranışlarını çözümleme girişimidir. Marx, bireylerin genel davranışlarının ardındaki itici gücü üretim dinamiklerinde ararken; Veblen, bireyin davranışının itici gücü olarak insan doğasına ve endüstriyel toplumda aldığı forma eğilir.

2. Karl Marx’ın Sosyalist İktisadı ve Takipçileri I: Karl Marx’ın Teorileri

Veblen’e göre Marksist teori; varsayımları ve amaçları bir bütün olarak ele alınmadığı sürece makul olmak bir yana, kavranabilir dahi değildir. Marksist sistemin salt bir unsurunu, örneğin değer teorisini, ana akım iktisadın bakış açısından tartışmak üç boyutlu bir cismi iki boyut açısından tartışmak kadar beyhude bir çabadır (s. 58). Marksist teoriyi eleştirenlerin çoğu tıpkı bugün de olduğu gibi Veblen’in vurguladığı üzere Marx’ın eserlerinin yalnızca propagandayla ilgili olan kısımlarıyla ilgilenirler.

Veblen, bu makalede Marx’ın kapitalizm çözümlemesini genel hatları ile anlatır. Ona göre Marx tarafından ısrarla ima edilen, ama açıkça dile getirilmeyen, işçinin emek ürünlerinin üzerindeki hak iddiası temelde erken 19. yy İngiliz yazarlarından özellikle William Thomson’dan alınmıştır(s. 60). Fakat Veblen, Marksist teorinin, William Thomson’un tezlerinin geliştirilmiş bir versiyonu olmadığını da vurgular. Ona göre Marksist teorinin bütüncül sistemi, kendini “materyalist tarih anlayışı” olarak öne sürmektedir. Bu anlayış hegelci ortodoksiden türetilmiştir. Veblen’in yaptığı basitleştirmeyle Hegel’in Das Denken ist das Sein (düşünce varlıktır) biçimindeki hükmünün ilan edildiği yerde; materyalistler özellikle Marx ve Engels, Das Sein macht das Denken (Varlık düşünceyi yaratır) derler (s. 62). Veblen’e göre iki durumda da yaratıcı öncelik bir bütünün şu ya da bu unsuruna tanımlanmış olup eksenin iki tarafı arasında bir nedensellik ilişkisi yoktur. Her iki anlayışta da düşüncenin aslî merkezinde evrim, ilerleme ve gelişme düşünceleri yatar. Her ikisinde de hareket zorunlu olarak çatışma ya da mücadele yöntemiyle gerçekleşir (s. 63). Tarihsel materyalizmde bu hareket, sınıf mücadelesi olarak kendini bulur. Sınıf mücadelesi Veblen’e göre hegelciliğe atfedilemez; özünde İngiliz faydacılık ekolü, özellikle Bentham, ile ilişkilidir. Çünkü sınıfların çıkarı hareketin aslî kaynağını oluşturur (s. 66).

Makalenin ikinci yarısında Veblen değer teorisini genel hatları ile anlatır. Değer kavramına gelen eleştirilerin ne denli yüzeysel olduğunu vurgular. Özellikle 20. yy’ın ilk yarısında fiyatların değerlerden sapmasına işaret eden dönüşüm sorunundan dolaylı olarak bahseder. Kapitalist sistemde fiyatların değerlerden saptığını vurgular ve Marx’ın analizinde de bunun olduğunu söyler. Nitekim artık değer teorilerinin ilk cildinin hemen başında Marx, Sir James Steuart üzerine yazarken “artı kâr” ve “göreli kâr”dan bahseder. Artı kâr üretimden sonucu elde edilen metaların satışından elde edilen kârdır, yani artık değerin paraya dönüşmüş halidir. Göreli kâr ise bir malın gerçek değerinin üzerinde bir fiyatta satılması sonucu elde edilen kârdır. Bu, post-keynesyen teoride fiyat üzeri fiyatlamaya (mark-up) denk düşer. Marx bu kârı yabancılaşmadan elde edilen ve bir kişiden diğerine transfer edilen “transfer kârı” olarak adlandırır.[2]

Veblen, değer teorisini sermaye birikimine kadar anlatır ve ona göre sermaye birikimi yasası, Marx’ın eserinin zirvesidir (s. 73). Sermaye birikimi yasası ile paralel olarak ortaya çıkan yedek işçi ordusu, krizler ve depresyonlar ile devasa şekilde genişler. Bunun sonucu olarak ücretler baskılanır ve işçi sınıfının sefaleti artar. Öyle ki ücretler işçilerin hayatlarını idame dahi ettiremeyecekleri seviyeye düşer. Veblen, Marx’ın sermaye çözümlemesini o kadar iyi kavramıştır ki belirttiği üzere; her ne kadar krizlerin ve depresyonun sosyalizme giden yolda önemli bir rol oynadığı aşikâr olsa da, Marx’ın durduğu yer tam olarak bu değildir. Marksist teoride sosyalizm kendi çıkarlarına uygun hareket eden ve devrimci hareketi kendi kazanımları için zorlayan mülksüz işçilerin bilinçli eylemi ile; yani bir sınıf hareketi sonucu gelecektir (s. 75). Bu noktada Veblen sefaletin sermaye birikimiyle orantılı olarak arttığını belirtmesine rağmen artan sefaletin gerçekle uyuşmadığını söyler. Fakat eklemek gerekir ki Marx’ın sermaye birikimine paralel olarak emek verimliğinin artması sonucu ortaya çıkan yedek işçi ordusuyla ve buna bağlı olarak emek piyasalarında aşırı rekabetle ücretlerin baskılanmasıyla (ki bu azalan talep düzeyi ile fazla üretim krizlerini ortaya çıkarır) artan sefalet süreci, yalnızca bir eğilimdir. Bu eğilim, özellikle kriz dönemlerinde boy gösterir. Krizler Marksizm’de geçicidir. Çözümlerini şiddete dayalı şekilde bulur. Bu şiddet en uç noktada savaşlar ile kendini gösterebilir; iflaslar, devasa işsizlik, ortaya çıkış biçimlerinden bazılarıdır. Krizlerin şiddete dayalı çözümleri, insanların en temel ve insanî dayanışma anlayışının yok edilmesine, kişilerin karakterlerinde ortaya çıkan çarpılmalara neden olarak topluma ödetilen ağır bedellerdir.

3. Karl Marx’ın Sosyalist İktisadı ve Takipçileri II: Sonraki Marksizm

Bu makalede Veblen, döneminin sosyalistlerinin Marx’ın tarihsel mateyalizminden Darwinci materyalizme kaydığını vurguluyor. Bunu yaparken Darwinci ilkenin de çerçevesini çiziyor. Ona göre Marksistlerin çoğu, Marx’ın özgün teorik konumundan saptıklarını kabul etmezler (Veblen, s. 81). Materyalist anlayış Darwinci kümülatif nedensellik normu altında işlendiğinde, bu başlangıç ilkesi kalıtsal eğilim, meslek, gelenek, eğitim, iklim, beslenme vb. üzerinden harekete geçen spekülatörün düşünce alışkanlıkları kertesine indirgenir. Bu noktada, Darwinci anlayışta maddi gerekliliklerin ne ölçüde insan davranışlarını ve kültürel gelişmeyi kontrol ettiği meselesi, söz konusu maddi gerekliliklerin insanların düşünce alışkanlıklarını şekillendirmede ne ölçüde pay sahibi olduğu meselesi haline gelir (86). Dolayısıyla, sorun artık salt nedenselliğin sonucu olarak maddi gerekliliklerin ve bununla birlikte -iktisadi tahlildeki gibi- yalnızca iktisadi faaliyetlerin insan düşüncesini biçimlendirmede etkin olup olmadığıdır (s. 86). Bu noktadan itibaren Veblen, Bernstein ve Kautsky’nin bu çerçevenin neresinde durduğunu sorgular. Bernstein için bilimsel sosyalizm kurtulunması gereken bir yanlıştır. Ona göre Marx ve Engels’in ortaya çıkardığı şeyin başarısı, Hegelci diyalektik sayesinde değil, ona rağmen elde edilmiştir (s. 86-87, dipnot 9). Veblen’e göre Kautsky bu dönüşümün farkında olmayıp, bulunduğu konum itibari ile revizyonistlere nasihat vermekle zamanını geçirmektedir. Darwinci ilke açısından bakıldığında insan güçleri mantıksal ve entelektüel etkenlerden ayrı süreçler tarafından denetlendiği; sınıfsal fikirlerin ulaştığı sonuçların mantıksal çıkarımı kadar, insanı bireysel ya da kolektif olarak harekete geçiren duyguların maddi çıkarlar muhasebesinin sonucu olduğu gibi aynı zamanda belki de ondan daha da fazla alışkanlıklar ya da doğal eğilimlerin sonucu olduğu savunulmalıdır (s. 89). Dolayısıyla, Darwinci tasarıda, işçi sınıfının sınıf çıkarlarının, onları kapitalistlere karşı mücadele etmeye yönlendireceği yönünde bir a piori bilgi yoktur. Aksine, işçilerin çalışma süresince kapitalist tarafından onlara sağlanan eğitim ve bir ölçüde maddi gelir, işçileri, zenginliğin eşitsiz bölüşümüne dayalı sisteme rıza göstermelerini hatta sistemin adil ve mükemmel olduğuna ikna edebilir (s. 89). Veblen’e göre tarihsel deneyim, alçaltıcı sefaletin çürüme ve kör itaat ile birlikte yaşandığını öğretiyor (s. 91). Fakat Veblen’in de vurguladığı gibi Darwinci tasarı Marksist teoriye sirayet ettikçe, Marksist teorinin temeli emek-değer teorisi ve buna bağlı doktrinler ile uyuşmazlıklar ortaya çıkmaktadır. Bu noktadan itibaren Veblen bu konuya detaylandırır.

Veblen’e göre tarihsel deneyim, alçaltıcı sefaletin, çürüme ve kör itaat ile birlikte yaşandığını öğretiyor.

Veblen ilerleyen sayfalarda Almanya’daki sınıf ilişkileri üzerinden Darwinci tasarıyı ele alır (s. 96-102). Diğer ülkelerde de olduğu gibi Almanya’da da kapitalizmin gelişmesiyle sendikal faaliyetler ortaya çıktı. Sendika mücadelesi tarihi, işçi sınıfının yaşam koşullarının kümülatif olarak iyileştirme tarihidir. Bu açıdan bakıldığında Darwinci tasarı ile ilişkilidir. Veblen’in de vurguladığı üzere başlarda sosyal demokratlar, işçi sınıfının yaşam şartlarının ve çalışma koşullarının katlanılabilir düzeye çekilmesi fikriyle içten olarak uzlaşmazlık halindeydi. Fakat sendikal hareketin gelişimi öyle bir aşamaya geldi ki sosyal demokratlar ve dolayısıyla Marksistler sendikal hareketin asli unsur olduğu bir durumla yüzleşmek zorunda kaldı (s. 96). Bu hareketler doğaları gereği işçilerin yaşam koşullarını iyileştirmede kararlıydı. Dolayısıyla, sendikal hareketin sosyalizme giden yoldaki rolüne ilişki bir öğretiyi geliştirmek adına sosyal demokratların ve dolayısıyla Marksistlerin, sistem içerisinde işçi sınıfının durumunun iyileşmesi adına verilen mücadele düşüncesi ile uzlaşmaları gerekliydi (s. 97). Veblen’e göre sosyalist devrimin; yoksulluğun ya da mahrumiyetin basıncı altındaki solgun bir işçi sınıfı ile değil, yaşam şartlarının iyileşmesiyle gürbüzleşen ve daha da talepkâr hale gelerek içinde bulunduğu cendereyi kavrayan, bilinçli bir işçi kitlesiyle başarılabileceğinin farkına varıldı (s. 97). Bu, süreç yeni-Hegelci Marksizm’den ziyade, Veblen’e göre, Darwinciliğin vücut bulmuş halidir.

Piyasa dinamiklerinin içsel olarak var ettiği krizler ne zaman vuku bulsa, kapitalist sınıf ve devlet kadroları çözümü, kıt kanaat geçinen emekçi kitleleri daha da yoksullaştırmakta ve refah devletin kırıntılarını süpürmekte buluyor.

Veblenin yaşadığı dönemde anlamlandırmaya çalıştığı işçi sınıfının yaşam şartlarının iyileşmesini amaçlayan Darwinci tasarının, 20. yy başından (iki savaş arası dönem göz ardı edilirse) 1980’e kadar olguları bir noktaya kadar kavradığı kabul edilebilir. Fakat, sendikal faaliyetlerin işlevselliği, özellikle 1980 sonrası neoliberalizm ile kararsızlaştı. Bilindiği üzere İngiltere’de Margaret Thatcher ile ABD’de Ronald Reagan öncüllüğünde iktisadi doktirinini University of Chicago’dan alan neoliberal dalga, işçi sınıfının tüm kazanımlarını yok etmeye, özellikle Avrupa’da refah devleti olarak tanımlanan sosyal devlet anlayışını kökünden kazımaya kararlıydı. Tarihsel deneyim bunun büyük ölçüde gerçekleştiğini ve içinden geçtiğimiz dönemde de gerçekleşmekte olduğunu göstermekte. Piyasa dinamiklerinin içsel olarak var ettiği krizler ne zaman vuku bulsa, kapitalist sınıf ve onların sıkı ilişki içerisinde bulunduğu devlet kadroları çözümü, yaşam şartları gerilemiş kıt kanaat geçinen emekçi kitleleri daha da yoksullaştırmakta ve refah devletin kırıntılarını süpürmekte buluyor. Yine bir diğer nokta da Veblen’in 97. sayfanın sonundaki paragraftan itibaren 98. sayfaya doğru ele aldığı tarımsal nüfus ile Marksist teorinin uyuşmazlığı iddiasnın, özellikle 1980 sonrası neoliberal dalganın başlamasına paralel olarak artan kentleşmede de görüldüğü üzere, pek doğru olmadığını belirtmek gerekir. Veblen’in söylediği gibi tarımsal nüfusun sosyalizmi hoş karşılamadığı doğrudur. Lakin, Marx’ın Kapital’in birinci cildinin 10. kısmında ele aldığı ve Veblen’in de bunu (sy. 98’de) alıntıladığı üzere, modern endüstri geliştikçe ve ticari faaliyetler şehir nüfuslarının artmasıyla kentlerde yoğunlaştıkça mülk sahibi çiftçiler geçinemez hale geldiler, mülklerini satarak -dolayısıyla mülsüzleşerek- şehre göç ettiler. Bunun sonucu olarak mülksüz proleterlere dönüştüler. Son olarak Veblen’in de vurguladığı üzere (s. 99), “Marx’ın sosyalizmi karakteristik biçimde barışçıl önlemlere eğilimlidir ve baskıcı hükümet ile savaşa dayalı siyasete gönülsüzdür. Uluslararasındaki kıskançlığa ve vatanseverliğe dayalı düşmanlığa güçlü biçimde muhaliftir ve hanedan itibarına karşı bir tutum almıştır.” Bu vurgu üzerine Veblen’in Alman sosyal demokratlarına dair yaptığı muazzam saptama bugünün sosyal demokrat partilerinin güttüğü siyasete de ışık tutar. Veblen, Alman sosyalistlerinin açıklamarındaki ulusal ve uluslararası ideallerin göreli öneminin 1870’lerden bu yana tersine döndüğünü söyler. Sosyal demokratların vatanseverlik ile şovenizm arasındaki belirsiz ayrımlarla oyalandıklarını söyleyerek; sosyal demokratların vatanseverliği sosyalizmin önüne koyar hale geldiklerini dile getirir (s. 101). Bunun anlamı, bir siyasal parti olarak, mevcut sistemin çeşitli reformlar ile sürdürülmesi için çalıştıklarını savunur. Her ne kadar talep ettikleri reformların zaman zaman kapitalist sınıfın tahammül sınırlarını zorladığı gözükse de, onların partisi artık devrimin değil reformun partisidir. Ve dolayısıyla Marksizmle olduğu kadar liberalizm ile de temastadır (s. 101).


[1] Veblen, T. B. (2019). Karl Marx’ın Sosyalist İktisadı ve Sosyalizm Üzerine Metinler”. ( Devrim Kılıçer, Hüsnü Bilir, Ömer Mollaer, çev.). İstanbul: Heretik.

[2] Marx, K. (1991). Theories of surplus value. P. 1. Chapter 1. Lawrence & Wishhart.

(Visited 1.069 times, 1 visits today)
Close